19 Kasım 2013 Salı

Irlanda Konulu Filmler






Hoş ve zeki bir kadın olan Holly Kennedy, eşi Gery ile oldukça mutludur. Ancak Gery ölümcül bir hastalığa yakalanır. Bunu öğrenen Holly kocasından daha kötü bir ruh haline girer. Ancak karısını çok iyi tanıyan Gery ölmeden önce ona farklı zamanlarda eline ulaşacak şekilde düzenlenmiş bir dizi mektup yazar. Holly için bu mektuplar artık bir yol gösterici haline gelir. Bu mektuplar sayesinde hayata yeniden bağlanmayı öğrenecek ve kendini yeniden tanıyacaktır. 




Dublin’de gitar çalan aynı zamanda şarkıcı ve söz yazarı olan İrlandalı bir adam, bir gün sokakta çalarken Çek bir kızla tanışır. Adamın maddi durumu pek iyi değildir ve babasının dükkanında ona yardım ederken bir yandan da sokaklarda çalarak para kazanmaya çalışmaktadır. Kız da eşiyle ayrıdır; gündüzleri çalışıp beraber yaşadığı annesine ve kızına bakmaktadır. 


Hayali albüm çıkarmak olan adam müzik şirketlerine yollamak için demo hazırlamaya karar verince piyano çalan kızla birlikte çalışmaya başlar. Kız ve erkek onları bir araya getiren müzik sayesinde birbirlerini de tanıyacaklardır. 

Glen Hansard ve Marketa Irglova’ya “En İyi Orijinal Şarkı” dalında Oscar kazandıran Once, ikilinin uyumu, sıcak performansları ve beraber seslendirdikleri başarılı şarkıları sayesinde de izleyicinin gönlünde özel bir yer kazanıyor.






IRA ile ilgili olarak çekilmiş filmde, Bobby Sands’in insanlık dışı muamelelere maruz kalışındaki sertliği adeta yaşıyorsunuz. Diyalogsuz sahnelerin vuruculuğu ile başlayan film, tüm filme yayılan dehşetli gerçeklik duygusu ile izleyeni kavrıyor.


Mahkumların battaniye ve yıkanmama eylemleriyle ilerleyen direnişleri, altı hafta süren açlık grevi ile doruğa çıkıyor. Hayatı mücadele ile geçmiş Sands'ın kendi vücudunu yaşamının son savaş alanı olarak addedmesiyle yaşanan dramatik süreç muazzam bir etkileyicilikle gözler önüne seriliyor.



Filmin etkileyiciliği sadece Sands önderliğindeki mahkumların direniş destanından ibaret değil. Zira hapishane mahkumlar için olduğu kadar gardiyanlar için de tam bir cehennem. Gardiyanların da alt üst olmuş psikolojisini izliyoruz filmde.





İlişkisinde evlilik teklifi almadan dördüncü yılını dolduran Anna, bu işi çözmeye kararlıdır. Kadınların erkeklere 29 Şubat tarihinde evlilik teklifi yapmasına izin veren eski bir İrlanda geleneğini keşfeden Anna, Boston’dan Dublin’e giden erkek arkadaşı Jeremy’nin izini sürmeye karar verir. 29 Şubat’ta evlilik teklifi yapması fikrini ise serseri ruhlu ama iyi niyetli babası Jack gündeme getirmiştir.




1935 yılında Brookly'ın İrlandalı göçmenlerin yaşadığı kesimindeki ucuz kira evlerinden birisinde Margaret Mary McCourt adı verilen bir kız çocuğu dünyaya gelir. Sevinçten çılgına dönen babası Malachy Sr., karısı Angela'nın iyileşmesiyle birlikte güzeller güzeli kızının doğumunu bütün komşularına gururla müjdeler. Ancak küçük Margaret daha yedi haftalıkken, yoksulluktan dolayı ölünce annesi Angela öylesine yıkılır ki, kahrından bir daha yataktan çıkmaz. Babada kendini içkiye verir.




30 Ocak 1972 tarihinde Britanya askerleri, Kuzey İrlanda’nın Derry şehrinde, insan hakları için düzenlenen yürüyüşe katılan 13 silahsız sivil vatandaşı vurarak öldürür. 
"Kanlı Pazar" olarak bilinen bu olay, modern İrlanda sorunu tarihinde önemli bir dönüm noktası olur. Hafif ölçekte bir uzlaşmazlığı iç savaşa dönüştüren gelişmeler, çoğu genç İrlandalı'nın IRA ordusuna katılmasına ve şiddet dolu 25 yıllık bir mücadele devrinin başlamasına neden olur.




Film Guney Bostonda yasayan koyu katolik irlandali bir aileye mensup iki kardesin birbirinden farkli hayatlarini etkileyici bir sekilde izleyiciye sunuyor. Buyuk kardes Terry uyusturucu ve suc bataginin icerisindedir ote yandan 16 yasindaki Cole beyzbol liginde kendine bir yer edinmek amacindadir. Ancak abisinin etkisinden kurtulmadikca bu kolay olmayacaktir.




Eskiden kalma geleneklere uyum göstermeye çalışan bir aile, vahşi bir köpek tarafından parçalanıp öldürülmüş kızlarıyla üç gün geçirecektir.




1964'te İrlanda'da 3 genç kız, aileleri ve kilise tarafından acımasız ve insanlıkdışı Magdalene Manastırı'na gönderilirler. Burada suçlarının cezasını çekeceklerdir. Suçları bekar bir kadın olmak, güzel olmak, saf olmak, çok zeki olmak ya da sessiz kalmak istemeyen bir tecavüz kurbanı olmaktır.
Günahları için çalışmaları gereklidir... Yılda 364 gün ve karın tokluğuna! Üstelik başlarına hiç ummadıkları şeyler gelecektir.
Genç kızlar, bu mezalim karşısında isyan ederler. Ama köleden başka bir şey olmadıkları bu cehennemde, zafer kazanmaları mümkün müdür? En ufak bir umut ışığı olmayan ortamda, hiddetin kemirdiği genç bedenlerin tek hayali firar etmektir.
İddialara göre filmde anlatılanlar hiç de gerçekdışı değil. İrlanda'da son Magdalene Manastırı sadece 6 yıl önce 1996'da kapatıldı.
2002 Venedik Festivali'nde skandal yaratan film, ve yönetmeni Peter Mullan, Vatikan'da tüm şimşekleri üzerine çekti...




Tom Cruise ve Nicole Kidman olumlu eleştiriler alan bu romantik-macera filminde 1892 yılında İrlanda'ının batı kıyısında geçen bir aşk hikayesinin kahramanlarını canlandırıyorlar. Ev sahibi ile arasında çıkan anlaşmazlığı halletmeye hevesli fakir kiracı Joseph Donnelly(Cruise)kendini ev sahibinin kızı Shannon'a (Kidman) Amerika yolculuğunda eşlik ederken bulur. Boston'da boks müsabakaları'nda zafer kazanan Joseph'in mutluluğu fazla uzun sürmeyecek ve demiryolu'nda çalışmaya başlayacaktır. Destansı bir anlatımla süslü,görkemli bir film.




İrlanda'ya giden adam mistik bir yaratık Leprechaun yakalamıştır fakat Leprechaun'nun sihirli güçlerini hesaba katmaz ve leprechaun adamın karısını öldürür fakat 4 yapraklı yonca yardımıyla leprechaun'u hapseder hapsettikten sonra ölür. Yıllar sonra yeni taşınan çift bilmeden Leprechaun'u serbest bırakır..




Amerikalı bir grup genç gezmek için İrlanda’ya giderler. İrlanda'da seyahatlari sırasında bölgenin ünlü sihirli mantarlardan yerler ve hayal mi, yoksa gerçek mi olduğunu ayırt edemedikleri bir takım olaylar gerçekleşmeye başlar.





Syracuse, İrlanda’lı bir balıkçıdır. Bir gün ağlarına takılan güzel ve gizemli bir kadınla hayatı değişir. Küçük kızı Annie bu kadının büyülü bir varlık olduğuna inanmaktadır. Syracuse ise bu güzel kadına umutsuzca aşık olmuştur. Tüm masallarda olduğu gibi mutluluk ve karanlık bu hikayede yanyana gitmektedir.




Beyin felçli olarak doğan Christy Brown, hastalığı nedeniyle hareketlerini kontrol edemez ve tekerlekli sandalyeye mahkum bir yaşam sürer. Ancak çocukluğunda, sol ayağının felçten etkilenmediğinin farkına varması hayatını değiştirecektir. Christy sol ayağını kendine verilmiş bir şans olarak görür ve azmin de yardımıyla hastalığının etkilerini yenmeye çalışır. Bu çalışmanın sonucunda ise sakat vücudunun içinde gizli olan zeka ve yazma yeteneği ortaya çıkacaktır.


Sadece sol ayağını kullanarak yazdığı romanlar ve şiirler, sonraki yıllarda Christy Brown’un İrlanda edebiyatının saygın isimleri arasına girmesini sağlayacak ve azimle çalışmanın sonucunda imkansız diye birşeyin olmadığını tüm insanlığa gösterecektir.



Christy Brown’ın ölümünden dokuz yıl sonra çekilen film, yazarın hayatından kesitleri anlattığı kitap olan Sol Ayağım’ın sinema uyarlamasıdır. Kimi zaman hüzünlü, kimi zaman eğlendirici olabilmeyi başaran filmin, azim ve umut hikayesi olarak vereceği evrensel mesajları var.




1920'li yıllarda, İrlanda hala koloni olarak İngiltere'nin bir parçasıdır. İngiliz askerlerinin adadaki zulmü de, artan bir şekilde devam etmektedir. 
Bu şiddete tanık olduğunda eğitimini tamamlama hedefini bir kenara bırakan Damien, zulme karşı direnen İrlandalı cumhuriyetçilerin safına katılır. Damien'in ağabeyi Teddy, bu direniş grubunun liderliğini yürütmektedir. İki kardeş, sırt sırta çok sıkı ve şiddet dolu bir direniş sürdürürler. Ta ki barış anlaşması imzalanana kadar... Anlaşma koşulları, aynı idealin peşindeki bu iki kardeşi de birdenbire farklı saflara ayırır.




Alışılmışın dışında, aykırı ve agresif kişiliğe sahip bir İrlanda polisi olan Çavuş Gerry Boyle (Brendan Gleeson) ile gergin FBI ajanı Wendell Everett (Don Cheadle) uluslararası uyuşturucu kaçakçılığı zincirini araştırmak için birlik olur.




1970'li yıllarda Cleveland'ta mafya için çalışan sert ve acımasız bir İrlandalı katil olan Danny Greene'nin (Ray Stevenson) gerçek hikayesini anlatmaktadır.




İrlanda asıllı ikiz kardeşler Connor ve Murphy McManus, Boston'da yaşamaktadırlar. Dindar insanlar olan bu ikili, Tanrı'nın kendilerine dünyayı kötülüklrden korumak misyonu yüklediğine inanarak, Boston'un azılı suçlularını ortadan temizlemeye başlar. Kurbanlar kötü insanlar olunca, halktan kimse paniğe kapılmaz. Aslında, ikizlerin peşine düşen FBI ajanı Paul Smecker bile, kendisinin yapmak isteyip yapamadığı birşey olarak görmektedir bu temizliği. Veritas (hakikat) ve Aequitas (adalet) kavramlarını kılavuz edinen kardeşler, arkalarında halk desteğiyle yollarına devam etmektedir ki, oyunlarını bozdukları kesim bu işe bir son vermekte karar kılar... Kısmen siyah beyaz, kısmen renkli çekilmiş olan film, barındırdığı şiddet ve argoyla sert bir kimlik taşıyor. Buna mukabil, belirgin bir mizah dozu da var.




Suç dünyası ile polis teşkilatı arasında oluşan karmaşık bir köstebek ağı... İrlandalı mafya lideri Costello, yıllar önce kendi adamlarını polis akademisine sokarak onların teşkilat içerisinde iyi yerlere gelmelerini sağlamıştır. Polis teşkilatının da bu konuda Costello'dan geri kalır yanı yoktur. Onların da çok güvendikleri bir adamları, Costello'nun en iyi iki adamından biri olmuştur. Fakat her günün tehlike içinde geçtiği bu dünyada, hiçbir sırrın açığa çıkmaması mümkün değildir. Köstebeklerin varlığının hissedilmesi ile her iki taraf için de, müthiş bir ölüm kalım savaşı başlar. Yıllardır farklı kimliklerde yaşamış olmanın verdiği yükün ağırlığına bir de, deşifre olma korkusu eklenince her iki köstebek için de tehlike dolu bir hayatta kalabilme mücadelesi başlar. Infernal Affairs isimli, oldukça beğeni kazanmış, 2002 yapımı Hong Kong filminin yeniden çevrimi olan Köstebek, konusunun yanında zengin oyuncu kadrosuyla da dikkat çekiyor. Son derece başarılı olan ilk filmin kalitesinin yakalanabilmesinde, bu kadronun önemli bir payı olacağını söylemekte yarar var




İrlanda'nın bağımsızlık savaşındaki en tartışmalı figürlerden biri olan Michael Collins'in hikayesi. İngilterenin 700 yıldır demir yumrukla yönettiği İrlanda'da, isyancıların 6 günlük meşhur 1916 Dublin Posta Binası kuşatmasının ardından kendini kurtaran tek isyancı lideriEamon De Valera olur. Aslında İrlanda kökenli bir ABD vatandaşı olan De Valera'nın destekçilerinin çoğu hapsi boylar.

Aralarından bir tanesi, ileride adından çok söz ettirecek olan Michael Collins, hapisten çıktığında isyan hareketi ile ilgili yeni fikirlere sahiptir. Direnişte yeni bir yaklaşıma ihtiyaç olduğunu tespit eden Collins, dava arkadaşı Harry Boland ile birlikte Irish Volunteers(İrlandalı Gönüllüler) isimli bir hareketi başlatır. Terörist saldırılar, gerilla savaşı ve anahtar rol oynayan bir casusluk operasyonunu başarıyla organize edip üçlü bir strateji güden Collins, kısa zamanda İngiliz hükümetini köşeye sıkıştıracaktır.

Neticede Cumhuriyetçi Hareket doğar ve Collins, özgürlük isteyen İrlandalılar arasında kahramanlaşır. Bağımsızlığa giden yöntemler konusunda Collins'le aynı görüşleri paylaşmayan De Valera, hareket içerisinde kendi etkinliğini artırmak için karşı mücadele başlatır. Dava arkadaşı Boland'ın sevgilisine aşık olma talihsizliğine düşen Collins artık birden fazla cephede mücadele vermek zorundadır.

Olaylar köşeye sıkışan İngiliz hükümetinin İrlanda'ya kısıtlı bir otonomi veren doğrudan görüşmelere ikna olmasına kadar gider. Görüşmeler sırasında, Collins ve De Valera arasındaki güç oyunu artarak devam eder. İkiliderin, bir diğerini köşeye sıkıştırmak için defalarca tutum değiştirmesi sonucu Collins tamamen şiddeti dışlayan bir yönteme razı olmasıyla sonuçlanır. Ona göre mevcut şartlarla imzalanacak bir barış, zaman içerisinde İrlanda'nın tamamen bağımsızlığına uzanan bir yolda önemli bir kazanım olacaktır. Ancak, bütün bunlar bağımsızlık hareketinin kendi içerisinde fraksiyonlara ayrılmasına engel olmaz...

İrlanda sorunsalından bir türlü uzaklaşmayan yönetmen Neil Jordan, karakter gelişimi ve dramatizasyona fazla yer vermeyen, şiddet ve tarihi aksiyonu ön planda tutan bir film yapmış. Zaman zaman, kendi anavatanıyla ilgili konuları böyle yüzeysel bir şekilde irdelediği için eleştirilen Jordan, bir kere daha kült oyuncusu Stephen Rea'ya rol vermekten çekinmezken, Liam NeesonJulia Roberts gibi yıldızları da yanına almış.











Filmde Glenn Close tarafından canlandırılan Albert adlı karakter, erkek kılığında yaşamını sürdüren, kâhyalık yaptığı oteldekiler dahil herkesi erkek olduğuna inandırmış bir kadın. Hubert Page (Janet McTeer) adlı boyacının da Albert ile aynı otelde çalışmaya başlamasıyla, Albert hayatında dönüşü olmayan bir yola giriyor. Glenn Close ve Janet McTeer’in filmdeki oyunculuklarıyla sırasıyla ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ve ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’ dallarında Oscar adayı oldu. Filmin bir diğer Oscar adaylığının da ‘En İyi Makyaj’ dalında olduğunu ekleyelim.








1700'lerin tam ortasındayız. Genç bir İrlandalı olan Redmond Barry, bir subayı düelloda öldürünce kaçıp yeni bir hayat kurmak ister. Serüvenler sonucu kendisini savaşın ortasında Prusya ordusunda bulur. Savaştan sonra casuslukla görevlendirilip İrlandalı bir Şövalye'nin peşine takılır. Onunla birlikte Prusya'dan kaçar ve kumarbazlığa başlayarak Avrupa'nın kalburüstü sosyetesine burnunun ucunu sokmayı başarır. Ama gözü daha yükseklerdedir. W.M. Thackeray'nin İngilizce konuşulan ülkelerde çok meşhur romanından Kubrick'in yaptığı bu uyarlama, ustanın filmleri arasında en mütevazi hayran kitlesine sahip olanı. Yine de bir yükselişin ve düşüşün öyküsünü müthiş bir sükunet ve ritmle anlatmayı biliyor ve tüm Kubrick filmleri gibi ısrarla zamana direniyor.






İrlanda'da yaşanan bitmek bilmeyen Katolik Protestan çekişmeleri,4 çocuğun hayatını sonsuza kadar değiştirecektir.






Annesi olmayan James Furlong babası ile büyük annesinin ölümüne neden olan bir kaza sonuncunda sıra dışı bir yeteneğe sahip olduğunu keşfeder. Keşfettiği bu gizemli güçle, James ailesini yaralamaktan korkar ve ormanda yaşamaya karar verir. Birkaç yıl sonra Mae isimli bir kız tedavi edilemez bir hastalık nedeniyle James’in yaşadığı ormana saklanır. Bu iki özel insan karşılaşır ve birbirlerine aşık olur. Bu aşk James’in yeni bir güç keşfetmesine neden olur.





1930’lar Liverpoolunun Katolik İrlandalıların yaşadığı bölgesinde, yedi yaşındaki kekeme Liam sorunlu bir çocukluk geçirmektedir. Okulda hocalarının dini baskısı altındadır; babası rıhtımdaki işinden çıkarılmıştır ama yerel kilisenin yardımını kabul etmeyecek kadar gururludur. Ablası Teresa ise, zengin bir Yahudi ailenin yanında hizmetçi olarak çalışmaya başlar. Zor durumları yüzünden babası ırkçı grupların etkisi altına girer.

Liverpool, Katoliklik ve mahveden yoksulluk üzerine bir dönem filmi olan “Liam” 2000 Venedik Film Festivali’nde Megan Moore Burns’e “Marcello Mastroianni Ödülü”nü getirmişti.






1970’lerin Kuzey İrlanda’sında geçen Mickybo and Me, bir başka The Troubles dönemi filmi değil. O dönemde geçmesine rağmen, farklı hayatlardan gelen iki çocuğun çılgın hayal dünyasını ön plana çıkaran film, keyifli bir büyüme öyküsü anlatıyor aslında. Terry Loane’in Owen McCafferty’nin Mojo Mickybo adlı oyunundan uyarladığı Mickybo and Me’de, Kuzey İrlanda’da Protestanlar ve Katolikler arasındaki tartışmaların hat safhaya çıktığı bir zamanda, farklı mezheplerden iki çocuk arasında başlayan dostluğa tanık oluyoruz.
 Butch Cassidy and the Sundance Kid filmine tutkuyla bağlı olan bu iki çocuk, Butch ve Sundance’i rol modeli olarak kabul ediyor ve onlar gibi aranan suçlular olmak için ellerinden geleni yapıyor. O arada gittikçe şiddetlenen politik ve toplumsal anlaşmazlıklar ise birlikte Avustralya’ya kaçma hayalleri kurmalarına neden oluyor. McCafferty’nin oyununda iki ana karakteri yetişkin oyuncular canlandırırken, Loane’in filminde çocuk oyuncular kullanılıyor .




Bu dokunaklı, incelikli ve sakin ilk film, ilişkilerinde teselli bulmaya çalışan iki yalnız insanı izliyor. Adam hayatının olgunluk döneminde, İrlanda kırsalında gözlerden uzak evinde yalnız bir yaşam sürmektedir. Genç ve isyankâr kadın ise avare bir gezgin olmayı seçmiştir. Yalnızlıklarının özgürlükleri, kişisel alanları olduğu konusunda hemfikirdirler. Peki, anlaşmayı ilk kim bozacaktır?






Eski CIA ajanı Jack Ryan (Harrison Ford), bir İngiliz bakanının ve ailesinin hayatını kurtarınca yeniden göreve çağırılır. Ryan, suikast girişimi sırasında tetikçilerden birini öldürünce, katilin IRA militanı olan kardeşi, Ryan'dan ve ailesinden intikam almaya karar vererek Amerika'ya gelir.




Özgürlük hareketlerinin kasıp kavurduğu 1970'lerde, Patrick 'Kitten' Braden isimli bir gencin büyüleyici ve dokunaklı öyküsü Plüton'da Kahvaltı

Patrick, daha ufacık bir bebekken ailesi tarafından terkedilmiş ve Peder Bernard'ın kapısına bırakılmıştır. Daha henüz büyüme sancıları çektiği ufak yaşlarında bile kendi farklılığının bilincindedir ve bütün tepkilere ve baskılara rağmen değişmeyi reddeder. Yıllar geçip de kendi başına hareket edebileceğinin bilincine varır varmaz, Londra'ya gidip annesini aramaya karar verir. Bu yolculuk, onu hem kendisi ile ilgili hem de bilmediği bambaşka dünyalarla ilgili yenilikleri keşfetmesini sağlayacaktır.

Neil Jordan'in İstanbul Film Festivali'nde de büyük beğeni toplayan 2005 yapımı çalışması Plüton'da KahvaltıCillian Murphy'nin üstün performansı ile çok etkileyici bir sinema şölenine dönüşüyor.





Dublin'in pek iyi şöhretli olmayan bölgelerinden biri olan Barrytown'da, müzik dünyasında isim yapma hayalleri kuran genç Jimmy Rabbitte, Soul çalan bir müzik grubu kurup zirveye tırmanmak üzere kolları sıvar. Yakın dostları Derek ve Outspan'la birlikte yetenekli müzisyen avına girişirler. 

Solistleri Deco'yu bir düğünde keşfederler. Vokalist kızları ise Jimmy'nin arka bahçesinde. Bir gazete ilanı onlara, kaşarlanmış trompetçi Joey Fagan'ı getirecektir. Grup yola çıkar. Ufaktan isimlerini duyurmaya başlarlar. Her ne kadar cover yapsalar da, artık Dublin'in de bir Soul grubu ya da deyim yerindeyse bir ruhu vardır. Ne var ki Deco çekilmez birisidir, Joey ise gruptaki her kızı baştan çıkaran işe yaramaz bir serseri. Her konserleri olay olur. Egolar çatışır ve sona yaklaşırlar. Yine de gerçek bir grup olduklarını göstermek için tek bir geceleri vardır... 

Yönetmen Alan Parker, başkahramanı Jimmy'ye de söylettiği gibi "Avrupa'nın zencileri olan İrlandalıların da zencileri olan Dublinlilerin" yoksul bir mahallesinde kurulan hayali bir müzik grubunun öyküsünü anlatıyor. Amerikan zencilerinin müziği sayılan Soul'u buz gibi ülkelerine getiren gençlerin öyküsü, şimdiye kadar yapılmış müzik temalı filmlerin en samimi ve başarılı olanlarından biri desek çok da ileri gitmiş olmayız.